Engel Bireyde Değil Normda: Sağır Kimliğinin Felsefi Savunusu
- Cem Barutçu
- 6 days ago
- 9 min read

3 Aralık eleştirisi
Her yıl 3 Aralık’ta düzenlenen “Dünya Engelliler Günü” etkinlikleri, sağır bireyler için birer vitrin dekoru olmaktan öteye gidemiyor. O gün, sosyal medyada ve kurumsal hesaplarda aynı sahne tekrar tekrar oynanıyor: Sağırlar ya sessiz bir dramın öznesi olarak acınacak figürlere, ya da engelini “aşmış”, alkışlanacak istisnalara indirgeniyor. Bu anlatıların merkezinde her zaman aynı görünmez ölçü var: İşitenlerin normu. “Farklı” olan, yani sağır kişi, hikâyeye hep bir eksiğin taşıyıcısı olarak yazılıyor. İşitememek, konuşamamak – yani çoğunluğun diline sahip olmamak, “kayıp” ve “yoksunluk” olarak kodlanıyor; normal kabul edilen tek dünya işiten insanın dünyası oluyor. Böylece 3 Aralık gibi günlerde sergilenen iyi niyet gösterileri bile, sağır bireyi işitenlerin bakışına mahkûm ediyor: Onları kendi dil ve kültürleriyle var olan bir topluluk olarak değil, işitme yetisi “olmayan”, onarılması gereken bedenler olarak resmediyor.
Burada sorun sağır bireylerde değil, bakışın kendisinde. “Odizm” tam da bu duruma verilen isim: Tıpkı ırkçılık ya da cinsiyetçilik gibi, işiten-merkezci bir ideoloji sağırlığı biyolojik bir durum olmaktan çıkarıp tüm kimliği belirleyen bir kusura dönüştürüyor. Odist bakış, sağır kişiyi “insan” olarak değil, “normdan sapmış kulak” olarak okuyor. Eğitimden istihdama, dil hakkından sosyal yaşama kadar pek çok alanda sağır bireylerin seçeneklerinin daraltılması, sağırlığın doğasından değil, bu ideolojik çerçeveden kaynaklanıyor. Birçok ülkede sağır çocukların uzun yıllar okula alınmaması, sağırların araç kullanma, kamu hizmetlerine erişim ya da anadillerinde iletişim kurma hakkından mahrum bırakılması, aslında şu yanlış sorunun ürünüdür: “Bu insanlar ne kadar eksik?” Toplum, sağırları pasif bir “engelli” kategorisine yerleştirip onlara acıyarak bakarken, asıl engelleri bizzat kendisi üretiyor. 3 Aralık etkinlikleri, bu engelleri sorgulamak yerine onları duygusal makyajla kapatan sembolik ritüellere dönüşüyor.
Marksist bir dille söylersek: 3 Aralık, farkı yönetilebilir hale getirmenin günüdür. Sınıflı toplum, farklı olanı önce aynı kategoriye sokar, sonra o kategoriye uygun roller dağıtır. “Engelli” etiketi de tam olarak bunu yapar: Sağır, görme engelli, ortopedik engelli, zihinsel engelli… Her biri farklı tarih, farklı deneyim, farklı ihtiyaç taşırken tek bir homojen topluluğa indirgenir. Bu soyut eşitlik, somut eşitsizliği görünmez kılar. Fromm’un sözünü ettiği “normal insanlar kronik hafif şizofreni” tam burada ortaya çıkar: Toplum, kendi yarattığı bölünmüşlüğü normal sayar; bir yandan sağırları acıyan gözlerle seyreder, diğer yandan onların dilini, okullarını, kurumlarını sistematik olarak yok sayar. Gerçek farkındalık, birgüne sığdırılmış fotoğraflarla değil, bu çelişkiyi fark edip işiten normunu evrensel olmaktan çıkarmakla başlayacaktır.
Deaflympics eleştirisi
Sağır topluluğun kendi bedenini ve başarısını sahneye taşıdığı Deaflympics (Sağırlar Olimpiyatları), yüzeyde bakıldığında umut verici bir tablo sunar: Sağırlar, Paralimpik Oyunlar’dan bile önce kendi uluslararası spor organizasyonlarını kurmuş, “Biz buradayız” demiştir. Bu ayrı organizasyon, sağır sporcuların kendilerini diğer engelli kategorilerinden farklı gördüklerinin güçlü bir ifadesidir. Zira sağırlar, bedenlerini değil, iletişim koşullarını tartışmaya açarlar. Onlar için sorun koşmaktan, atlamaktan, yüzmekten ibaret değildir; sorun, başlangıç işaretinin sadece sesle verilmesi, talimatların yalnızca sözlü iletilmesi, yani oyunun kurallarının baştan işiten beden için yazılmış olmasıdır. Deaflympics’te yarış kuralları işiten sporcularla aynıdır; sadece işitsel komutların yerini ışık ve görsel sinyaller alır. Bu bile başlı başına bir şey söyler: Doğru koşullar sağlandığında, sağırlık sporda bir “engel” değildir.
Ama tam da burada çelişki başlar. Deaflympics, bir yandan sağırların dayanışma ve görünürlük alanı iken, öte yandan ana akımın kapsayıcı olmamasının kanıtı olarak varlığını sürdürür. Medya bu oyunları çoğu zaman görmezden gelir; gördüğünde de “işitme engeline rağmen başardı” gibi cümlelerle, başarıyı yeniden eksiklik anlatısına bağlar. Marksist bir perspektiften bakarsak, Deaflympics, sistemin farklı olanı “ayrı bir vitrine” taşıma yöntemidir: Asıl sahne değişmez, sadece yan sahne açılır. Kapitalist ve işiten-merkezci düzen, kendi işleyişini bozabilecek farklılıkları merkezde dönüştürmek yerine, onlara özel küçük park alanları tahsis eder: “Burada istediğiniz gibi görünür olabilirsiniz, ama kuralları biz yazmaya devam edeceğiz.”
Fromm’un yabancılaşma kavramıyla düşünürsek, Deaflympics, kimliği ikiye bölen bir aynaya dönüşebilir. Bir yanda kültürel olarak Sağır olmayan, ama “desibel kategorisi” gereği Deaflympics’e dahil edilen sporcular; diğer yanda dili, kültürü, tarihiyle kendini Sağır olarak gören ama bu organizasyonda bile işaret dilinin ikinci plana itildiğini hisseden insanlar. Kulak grafiği üzerinden kurulan bu birlik, dil ve kültür üzerinden kurulmuş bir birlikten farklıdır. Bir topluluk, kulağın ölçtüğü benzerlikle değil, dilin kurduğu ortak anlamla inşa olur. Dolayısıyla Deaflympics, sağır bedenin gücünü sahneye çıkarırken, sağır dilin ve kültürün ne kadar geri plana itildiğini de gözler önüne serer. Bu yüzden, sadece “Sağırların olimpiyatı var, sorun çözüldü” diyemeyiz; tam tersine, bu varlık, işiten normunun merkezde kalmaya devam ettiğinin, sağırların ise sisteme paralel bir yörüngeye yerleştirildiğinin kanıtıdır.
Tıbbın iktidar anatomisi
Modern tıp ve modern devlet, beden üzerinden kurdukları ortak iktidarda buluşur. Foucault’nun söylediği gibi beden, iktidar ilişkilerinin en yoğunlaştığı “savaş alanı”dır. Kapitalizmin yükselişiyle birlikte beden, sadece bir varoluş değil, bir üretim aracına dönüşmüştür. 18. yüzyıldan itibaren devlet, “çalışabilir beden” ile “yük beden”i birbirinden ayırmanın yollarını aramış; kimlerin fabrikaya, kışlaya, okula, kimin hastaneye, hapishaneye, bakımevine gönderileceğine karar veren politikalar geliştirmiştir. Bu çerçevede tıp, sadece hastalıkları teşhis eden bir bilim değil, “işe yarar beden” ile “arıza beden”i sınıflandıran bir iktidar aygıtı hâline gelmiştir.
Sağır okullarının tarihine bu gözle bakınca tablo daha da netleşir. Sağır çocuklar için kurulan ilk kurumlar, sadece eğitim verme amacıyla değil, “bakıma muhtaç yükü” üretime katılabilir işgücüne dönüştürme hedefiyle planlanmıştır. Atölyeler, zanaat eğitimi, disiplin… Beden, işaret dilinin özgür hareket alanı değil, emek gücünün ucuz formu olarak görülmüştür. Yani sağır çocuğun bedenine dokunan el, sadece öğretmenin eli değildir; aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin elidir. Normal kavramı da bu bağlamda nötr değil, sınıfsal bir kavramdır. Kim “normal beden”dir? Seri üretime uyum sağlayan, komutları duyan, alarmı işiten, telefonla erişilebilen bedendir. İşitmeyen beden ise “riskli”, “sorunlu” ve “müdahale edilmesi gereken” beden kategorisine itilir.
Buradan “engellilik” tanımına gelirsek: Engellilik, çoğu zaman merhamet diliyle anlatılsa da, altında şu sert gerçek yatar: Engelli, üretim hattına tam entegre olamayan bedendir. Boy kısalığı, sağırlık, interseks olmak, çeşitli nöroçeşitlilik hâlleri… Bunların hangisinin “engel”, hangisinin “farklılık” sayılacağı, çoğunlukla o dönemin ekonomik ve teknik ihtiyaçlarına göre belirlenir. Tıbbın bir durumu “tedavi edilebilir” hale getirdiği noktada, o durumun “bozukluk” kategorisine alınması tesadüf değildir; bu, yeni bir pazar ve yeni bir normal yaratma sürecinin parçasıdır. Koklear implantlar, preimplantasyon taramalar, kitlesel işitme testleri… Hepsi sağırlığı sadece tespit etmeyi değil, mümkünse ortadan kaldırmayı hedefleyen bir normalleştirme programının parçasıdır.
Fromm’un kavramlarıyla ifade edersek: Modern tıp, insanı “olma” hâlinden “sahip olma” hâline doğru iter. Sağırlık, bir kimlik ve varoluş biçimi olarak değil, “sahip olunması gereken bir işitme yetisinin yokluğu” olarak tanımlanır. Böylece sağır birey, kendi bedenini kendi gözünden görmeyi bırakıp, tıp otoritesinin tuttuğu röntgene bakmaya zorlanır. Raporlar, testler, grafikleriyle bedenin “doğru versiyonu” gösterilir. Sağır insan, kendi bedenine yabancılaşır: Hiç sahip olmadığı bir duyuyu kaybetmiş gibi hissettirilen, “iade etmesi beklenen bir kusur”la yaşayan biri hâline getirilir. Bu, biyolojik bir durumun ötesinde, felsefi bir yarılmadır. Sağırlık, tıbbın gözünde düzeltilmesi gereken bir kusur olduğu sürece, sağır kimliği de kendi varoluşuna yabancı kalmaya zorlanacaktır.
Sağlık sistemi deneyimi
Sağlık sistemiyle her temas, sağır bir birey için sadece bedenine değil, kimliğine de dokunan bir deneyimdir. Hastane koridorları, modern toplumun küçük bir laboratuvarı gibidir: Numaralar, sıralar, odalar, cihazlar… Her şey bir makinenin dişlisi gibi işler. Fakat bu makine, işaret dilini konuşan bir beden gördüğünde afallar; protokoller bir anda yetersiz kalır. Basit bir muayene bile çoğu kez tercüman ya da aile üyesi gerektirir; bu da yetişkin bir sağır bireyi kendi hayatının öznesi olmaktan çıkarıp “yanında refakatçi olması gereken” bir nesne konumuna iter. Doktor, gözlerinin önündeki kişiye değil, yanındaki işiten akrabaya bakarak konuşmaya başladığında, asıl hastalığın nerede olduğu ortaya çıkar: Sorun kulakta değil, sistemin duyma biçimindedir.
Fromm’un yabancılaşma analizini buraya taşırsak, sağlık sistemi sağır bireyi dört düzeyde kendinden koparır: Duygularından, dilinden, eyleminden ve kendilik duygusundan. Sağır hasta, muayene odasında duygularını kendi dilinde ifade edemez; öfkesini, korkusunu, sorularını bir başkasının ağzına teslim etmek zorunda kalır. Dil, ait olduğu bedenden çekilip “çeviri”ye devredilir. Karar alma süreci – hangi tedavi, hangi ilaç, hangi risk – çoğu zaman işitenlerin kontrolünde şekillenir; sağır kişi kendi bedenine dair eylemin öznesi değil, nesnesi hâline gelir. En sonunda ortaya iki kimlik çıkar: Biri, sağır bireyin kendi iç dünyasında taşıdığı benlik; diğeri, sistemin ona biçtiği “engelli hasta” rolü. Fromm’un “otomata dönüşen insan” metaforu burada beden bulur: Sağlık sistemi, kişiyi parçalarına ayırır, kontrol eder, sınıflandırır ve ona dair kararlar alırken, onu kendine yabancı bir figüre dönüştürür. Bu nedenle sağlık sistemi deneyimi, sadece “iletişim sorunu” diye geçiştirilemez. Burada söz konusu olan, epistemik bir şiddettir: Sağır bireyin bilgi üretme ve kendini anlatma
hakkının sistematik olarak bastırılması. Her muayene, her rapor, her imza, sağır kimliğin işiten normuna göre yeniden yazıldığı küçük bir sahneye dönüşür. Gerçek bir dönüşüm için, sistemin kendisi yeni bir dil öğrenmek zorundadır: İşaret dilini, iki dilli sağlık hizmetini, tercümanın lüks değil hak olduğunu kabul eden bir dili.
Raporun politik dili
Dil, iktidarın en sofistike silahıdır; kâğıt üzerindeki birkaç kelime, bir ömrün çerçevesini çizebilir. Devletin ve tıbbın ortak ürünü olan engelli sağlık kurulu raporları, bu gerçeğin en somut örneklerinden biridir. “İşitme engelli”, “ileri derecede işitme kaybı”, “konuşma yok”,“%55 oranında engelli” gibi ifadeler, sıradan teknik terimler gibi görünse de, aslında bir ontoloji üretirler: Bu, “Sen kimsin?” sorusuna verilen resmî cevaptır. Rapor, sağır bireyi “eksik” bir beden, “yarım” bir vatandaş ve “bakıma muhtaç” bir figür olarak yazar. Bir kez bu kod kâğıda düştü mü, işverenin, memurun, öğretmenin, hakimin zihninde de aynı kod çalışmaya başlar.
Marksist açıdan bakıldığında rapor, sınıflandırmanın bürokratik aracıdır. Devlet, kimin hangi haklara erişeceğini, kimin ne kadar “yük” sayılacağını bu kâğıt üzerinden belirler. “Engelli oranı” denilen o yüzde, aslında sistemin sana dair çıkardığı maliyet hesabıdır: Ne kadar ekonomik olarak “verimli” olabilirsin, ne kadar “özürlü” sayılırsın? İnsan, bir anda yüzdeye indirgenir. Fromm’un ifadesiyle, “sahip olma” mantığı burada da işler: İnsan bir özne olarak değil, belirli niteliklere sahip bir nesne olarak değerlendirilir. Rapor, insanı “biricik Cem” olmaktan çıkarıp “%55 işitme engelli birey” kategorisine yerleştirir.
Dil burada sadece tanımlamaz, aynı zamanda sakatlar. “Sağır ve dilsiz” gibi tarihsel terimler, kişinin “dilinin olmadığı” gibi grotesk bir varsayımı taşır; bugünkü daha “kibar” görünen “işitme engelli” ifadesi bile aynı eksiklik mantığını sürdürür. İşaret dili, resmî dilde ya hiç adı geçmeyen ya da “yardımcı iletişim yöntemi” düzeyine indirgenen bir gölge olarak kalır. Bu, epistemik bir kolonyalizmdir: İşiten dil, hakikat dili olarak kabul edilir; işaret dili, en iyi ihtimalle yerel bir lehçe, çoğu zaman da “el kol hareketleri” düzeyine düşürülür. Böylece rapor, sadece sağır bedenini değil, sağır dilini de kolonize eder.
Rapor dilinin değişmesi, sadece kelimeleri düzeltmek anlamına gelmez; bakışı değiştirmek anlamına gelir. “İşitme engelli” yerine “Sağır” demek, “konuşma yok” yerine “anadili işaret dili” demek, “engellilik oranı” yerine “erişim ihtiyacı” demek, siyasal bir tercihtir. Bu tercih, sağır bireyi eksik bir beden olarak değil, farklı bir dil ve kültürün taşıyıcısı olarak tanımanın ilk adımıdır.
Dilin felsefesi
Dil, sadece kelimelerin dizilişi değil, dünyanın haritasıdır. Wittgenstein “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” dediğinde, insanın yalnızca gördüğü kadar değil, adlandırabildiği kadar yaşadığını ima ediyordu. Sağır bir bireyin dili olan işaret dilini yok sayan bir toplum, aslında o bireyin dünyasını da daraltır. İşiten çoğunluk için tanıdık olan şey, sesin dalga dalga yayılmasıdır; sağır azınlık içinse anlam, ışığın, hareketin ve bedenin ritmiyle taşınır. Sağır dünya, işitme kaybının yarattığı bir “boşluk” değil, görsel-uzamsal bir bilincin kurduğu başka bir dünya tasarımıdır.Sağır kültürü, bu yüzden “gören kültür” olarak tanımlanır. Sağır bireyin gözleri, kulakların yerini alan yedek organlar değildir; onlar, dünyanın esas giriş kapılarıdır. İşaret dili, bu kapılardan içeri giren anlamı düzenleyen bir mimari gibidir: Mekân, el şekilleri, bakış, yüz ifadesi, beden yönelimi… Hepsi cümlenin bir parçasına dönüşür. Sağırlar kendilerini “Göz Halkı” (People of the Eye) diye adlandırdıklarında, sadece bir metafor kurmuyorlar; ontolojik bir iddiada bulunuyorlar: “Bizim dünyamız, görmenin etrafında örgütlenmiş bir dildir.”
Buradan bakınca, işaret dilini “konuşmanın olmadığı yerde devreye giren yardımcı sistem” diye görmek, sadece bilgisizlik değil, felsefi bir körlük olur. Her dil, bir varlık biçimidir. Sağır olmak, bir duyunun eksikliği değil, başka bir dilde var olmanın adıdır. Bir işitme duyusuna sahip olup hiç işaret dili bilmeyen bir kişi, sağır toplumu için “sağır” değildir; tıpkı doğuştan duymayan ama işaret diliyle büyümüş bir çocuğun, kendi dünyasında eksiksiz bir özne olması gibi. Kimliği belirleyen kulak değil, dildir. Marx’ın dediği gibi, “insanın özü, soyut olarak tek tek bireyde değil, toplumsal ilişkiler bütününde bulunur.” Sağır bireyin özü de kulak zarında değil, işaret dilini paylaştığı toplulukla kurduğu ilişkiler ağında yatar.
Bu yüzden dil mücadelesi, aynı zamanda varoluş mücadelesidir. İşaret dili yasaklandığında, kısıtlandığında, görmezden gelindiğinde, sadece bir iletişim yöntemi değil, bir varoluş tarzı baskılanır. Fromm’un “kendini gerçekleştirme” dediği süreç, dil üzerinden işler; dili elinden alınan ya da ikincilleştirilen birey, kendi olma imkânından mahrum kalır. Sağır toplumu, dillini ve bedeninin düşünme biçimini savunduğunda, aslında şunu söylüyor: “Biz sadece duymuyor değiliz, başka türlü görüyoruz. Bizim dilimiz bir kusur değil, başka bir dünyanın aynasıdır.”
Sağır kimliğinin politik çerçevesi
Tüm bu tabloya bakınca, sağır kimliğini tıbbi bir “engel” etiketiyle açıklamanın ne kadar yetersiz, hatta zararlı, olduğu ortaya çıkar. Sağır bireyler kendileri hakkında söz aldıklarında, hikâyelerini “% bilmem kaç engel oranı” üzerinden anlatmazlar; dil, kültür ve topluluk üzerinden anlatırlar. Harlan Lane’in işaret ettiği gibi “Sağır (Deaf)” kavramı, sözlükteki “duymayan kişi” tanımını aşar; kendine özgü normları, töreleri, mizahı, tarihî hafızası olan bir azınlık grubunu ifade eder. Hoffmeister’in vurguladığı “difference, not disability” (farklılık, engel değil) yaklaşımı da buradan beslenir: Sağırlar, medikal modelin “hasta/eksik” çerçevesine değil, azınlık modelinin “farklı ama eşit” çerçevesine aittir.
Marksist düzlemde, sağır kimliği, egemen sınıfın “tek dilli, tek normlu” toplum idealine verilmiş bir cevaptır. Egemen sınıf, farklı olanı ya asimile etmeye ya da marjinalleştirmeye çalışır. Sağır hareketi ise bu ikiliği reddeder: “Ne tamamen sizden biri olmak zorundayım,ne de görünmez bir azınlık olarak yaşamak. Kendi dilimle, kendi kültürümle eşit bir şekilde burada duracağım.” Fromm’un özgürlük anlayışı da tam buraya oturur: Özgürlük, sadece zincirlerin kırılması değil, aynı zamanda öznenin kendi kendini yaratabilme kapasitesidir. Sağır birey, kendini “işiten gibi olmaya” zorlandığında değil, “Sağır olarak var olabildiğinde” özgürleşir.
Bu noktada politika devreye girer. İyi niyet yetmez; yapısal dönüşüm gerekir. 3 Aralık’ta hamasi konuşmalar yapmak yerine, şu adımlar atılmalıdır: İşaret dilinin anayasal düzeyde tanınması, eğitim sisteminin iki dilli (işaret dili + yazılı dil) modele geçmesi, sağlık ve adalet sisteminde profesyonel işaret dili tercümanlarının zorunlu olması, medya ve kültür alanında işaret dilinin istisna değil, kural hâline gelmesi ve en önemlisi, sağır bireylerin kendilerini ilgilendiren hiçbir kararın, onlar masada yokken alınmaması. “Bizsiz asla” diyen sağır aktivistlerin talebi, sadece temsil değil, iktidarın yeniden dağıtımı talebidir.
Manifesto kapanışı
Sonuç olarak, sağır kimliğinin zemini bir eksiklik değil, başka bir tamlıktır. Sağırların mücadelesi, merhamet ya da ayrıcalık değil, tanınma, adalet ve eşitlik mücadelesidir. Bu mücadele, işiten toplumun da aynaya bakma fırsatıdır: “Gerçekten engel kimde?” Sorun kulakta mı, yoksa sadece sesi “gerçek iletişim” sayan bakışta mı? Sorun sağır çocukta mı, yoksa ona anadilini öğretmeyen eğitim sisteminde mi? Sorun sağır hastada mı, yoksa onun dilini bilmeyen sağlık kurumunda mı?
Sembolik farkındalık günleriyle yetinen bir toplum, kendi vicdanını oyalarken, gerçek dönüşümü erteler. Politik bilinçle hareket eden bir toplum ise şunu yapar: Sağır bireyi biyomedikal “engelli” imgesinden kurtarır, onu kendi dili ve kültürüyle eşit bir özne olarak kabul eder. O gün geldiğinde 3 Aralık gibi vitrin günlerine ihtiyaç kalmayacaktır; çünkü sağırların varlığı, yılın geri kalan 364 gününde zaten görünür ve saygındır.
Benim için mesele basit bir cümlede özetlenebilir:
Biz engelli değiliz; siz işiten-merkezcisiniz.
Kulaklarımız duymuyor olabilir, ama biz başka bir dünyanın mümkün olduğunu açık seçik görüyoruz.
Sesin mutlak iktidarı bittiğinde, ellerin ve gözlerin dili konuşmaya başladığında, sadece biz değil, siz de özgürleşeceksiniz.




Comments